ترجمة سورة الفتح

الترجمة التركية للمختصر في تفسير القرآن الكريم

ترجمة معاني سورة الفتح باللغة التركية من كتاب الترجمة التركية للمختصر في تفسير القرآن الكريم.
من تأليف: مركز تفسير للدراسات القرآنية .

-Ey Peygamber!- Şüphesiz biz, sana Hudeybiye Anlaşması ile apaçık bir fetih verdik.
Böylece Allah, senin fetihten önceki ve sonraki günahlarını bağışlar, dinine yardım ederek senin üzerine olan nimetini tamamlar ve seni içerisinden hiçbir eğrilik bulunmayan dosdoğru İslam yoluna iletir.
Ve Allah, düşmanlarına karşı büyük bir zaferle sana yardım eder. Hiç kimse o yardımı senden uzaklaştıramaz.
İmanlarına iman katmak için Mü'minlerin kalplerine sebatı ve sükûneti indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları sadece Allah'ındır. O, orduları ile kulllarından dilediğine yardım eder. Allah, kullarının yararına olan şeyleri hakkıyla bilendir. Yardım ve desteğinde çok hikmet sahibidir.
Bütün bunlar Yüce Allah’ın; iman eden erkek ve kadınları, sarayları ve ağaçları altından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetler'e koyması, onların günahlarını silmesi ve onları günahlarından dolayı sorumlu tutmaması içindir. İşte burada zikredilen -elde edilmesi istenen Cennet ve korkusundan emin olunmak istenen kötülüklerden sorumlu tutulmak- Allah katında hiçbir şeyin kendisine erişemeyeceği büyük bir kurtuluş/başarıdır.
(Bir de bunlar) Allah hakkında Allah'ın dinine yardım etmeyeceğine ve dinini yüceltmeyeceğine dair kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve ortak koşan kadınlara azap etmesi içindir. Müslümanlar için bekledikleri kötülük çemberi onların kendi başlarına gelmiştir! İnkârları ve kötü zanları sebebi ile Allah onlara gazap etmiş, onları rahmetinden kovmuş ve onlar için içinde ebedi kalacakları Cehennem'i hazırlamıştır. Orası ne kötü bir varış ve dönüş yeridir.
Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. O, orduları ile kullarından dilediğine yardım eder. Allah; yücedir, hiç kimsenin kendisine üstün gelemeyeceği mutlak güç sahibidir. Yaratmasında, takdirinde ve yönetmesinde çok hikmet sahibidir.
-Ey Peygamber!- Şüphesiz biz seni kıyamet günü ümmetine bir şâhit; Mü'minleri, dünyada kendilerine vadolunmuş olan yardım ve iktidar ile ahirette ise kendilerine vadolunmuş olan nimetleri müjdeleyici olarak, kâfirleri ise dünyada kendilerine vadolunmuş olan Mü'minlerin eli ile gerçekleşecek olan zillet ve yenilgi ile ahirette ise kendilerini bekleyen azap ile korkutucu olarak gönderdik.
Ta ki Allah'a ve Rasûlü'ne iman edesiniz, O'nun Rasûlünü yüceltip ona saygı gösteresiniz. Aynı şekilde gündüzün evvelinde ve sonunda Allah'ı tesbîh edesiniz.
-Ey Peygamber!- Muhakkak ki Rıdvan Biati'nde Mekke ehli olan müşriklere karşı savaşacaklarına dair sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Çünkü onlara müşriklerle savaşmalarını emreden Allah Teâlâ'dır. Allah, onlara yaptıklarının mükâfatını verecektir. Biatte Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. O, onların her şeyinden haberdardır. Bundan hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Kim biatini ve ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Bu, Allah'a hiçbir zarar vermez. Kim de Allah'ın dinine yardım edeceğine dair Allah ile olan ahdine vefa gösterirse; Yüce Allah, ona büyük bir mükâfat verecektir ki o mükâfat Cennet'tir.
-Ey Peygamber!- Mekke'ye yolcuğunda Allah Teâlâ'nın bedevîlerden seninle birlikte olmaktan geri bıraktıkları var ya, sen onları azarlarsan sana diyecekler ki: "Bizleri seninle yolculuk etmekten mallarımız ve evlatlarımız ile ilgilenmemiz alıkoydu. Bundan dolayı bizim günahlarımız için Allah'tan bağışlanma dile!" Onlar Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-'in kendileri için Allah'tan bağışlanma talebini kalplerinde olmadığı halde dilleri ile söylerler. Çünkü onlar, günahlarından tevbe etmediler. Onlara de ki: "Eğer Allah size bir hayır yahut zarar gelmesini dilerse O'na karşı kimsenin gücü yetmez. Hayır! Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır. Siz ne kadar gizleseniz de yaptıklarınızdan hiçbir şey O'na gizli kalmaz."
Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte yolculuk etmekten sizleri alıkoyan, sizlerin özür olarak ileri sürdüğünüz gibi mallar ve evlatlar ile ilgilenmek değildi. Aksine sizlerin; Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in ve ashabının hepsinin helâk olacağını ve Medine'ye ailelerinin yanına geri dönemeyeceklerini zannetmenizdi. Şeytan, bunu sizin kalplerinizde süslemişti de sizler Rabbiniz hakkında O'nun, Peygamberine yardım edemeyeciğine dair kötü zanda bulunmuştunuz. Böylece Allah, hakkında kötü zanda bulunmanız ve O'nun Rasûlü ile birlikte hareket etmekten geri kalmanız sebebi ile helâk olmuş bir kavim olmuştunuz.
Kim Allah'a ve O'nun Rasûlüne iman etmezse işte o kâfirdir. Şüphesiz biz, kıyamet günü kâfirler için kendisi ile azap olunacakları şiddetli/alevli bir ateş hazırladık.
Göklerin ve yerin hükümranlığı sadece Allah'a aittir. O, kullarından dilediğinin günahlarını bağışlar ve ihsanı ile onu Cennet'e koyar. Yine adaleti ile kullarından dilediğine azap eder. Allah, günahlarından tevbe eden kullarını çok bağışlayan ve onlara çok merhamet edendir.
-Ey Müminler!- Allah’ın kendilerini geride bıraktığı kimseler, Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra sizler Allah’ın sizlere vadetmiş olduğu Hayber ganimetlerini almak için çıktığınızda size şöyle diyecekler: "Bizi bırakın da o ganimetlerden bir pay almak için biz de sizinle birlikte çıkalım." Geri kalan bu kimseler; bu istekleri ile Allah’ın Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra sadece Mü'minlere vermeyi vadetmiş olduğu Hayber ganimetleri ile alâkalı vaadini değiştirmek istiyorlar. -Ey Peygamber!- Onlara de ki: "O ganimetler için çıktığımızda bize asla tabi olmayın! Şüphesiz Allah, Hayber ganimetlerini sadece Hudeybiye Anlaşması’na şahitlik edenler olarak bizlere vadetmiştir." Onlar şöyle diyeceklerdir: "Sizin, bizleri size tabi olmaktan alıkoymanız Allah’tan bir emir değildir. Bilâkis sizin bizlere karşı duyduğunuz hased sebebiyledir." İş geri kalan bu kimselerin iddia ettikleri gibi değildir. Onlar az bir şey dışında Allah’ın emirlerini ve yasaklarını anlamazlar. Bundan dolayı ona isyan etmişlerdir.
-Ey Peygamber!- Bedevilerden seninle beraber Mekke'ye sefer etmekten geri kalanları imtihan ederek onlara de ki: "Çok güçlü bir kavme karşı savaşmak için çağrılacaksınız. Ya onlarla Allah yolunda savaşacaksınız ya da onlar savaşmadan İslam'a girip Müslüman olacaklar. Eğer sizi davet ettiği şey olan savaş hususunda Allah'a itaat ederseniz; Allah size güzel bir mükâfat verir ki, o da Cennet'tir. Eğer daha önce Mekke'ye onunla (peygamberle) birlikte sefer etmek hususunda yüz çevirip geri döndüğünüz gibi dönerseniz; o zaman Allah sizi, acı verici bir azapla azaplandırır."
Köre, topala ve hastaya (özür sahibi oldukları için) Allah yolunda savaşmaktan geri kaldıkları için bir günah yoktur. (Bunlar savaşa katılmak zorunda değildirler.) Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, ağaçları ve sarayları altından ırmaklar akan Cennetler'e koyar. Kim de Allah'a ve Peygamberine muhalefet ederse Allah onu acı bir azaba uğratır.
Allah, Hudeybiye'de Rıdvan Biati'nde ağacın altında biat eden Mü'minlerden razı olmuştur. Onların kalplerindeki imanı, ihlası ve doğruluğu bilmiş ve onların kalplerine huzur indirmiştir. Buna karşılık olmak üzere ve Mekke'ye giremediklerinden dolayı elde edemediklerinin bir telafisi olarak kendilerini yakın bir fetih olan Hayber'in Fethi ile mükâfatlandırmıştır.
Yine onları Hayber ehlinden elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükâfalandırdı. Allah üstündür, hikmet sahibidir. Allah; yücedir, hiç kimsenin kendisine üstün gelemeyeceği mutlak güç sahibidir. Yaratmasında, takdirinde ve yönetmesinde hikmet sahibidir.
-Ey Mü'minler!- Allah, sizlere gelecekte pek çok ganimetler elde edeceğiniz İslâmî fetihler vadetmiştir. Hayber ganimetlerini ise çabuklaştırmıştır. Aynı şekilde sizden sonra ailelerinize musallat olmak isteyen Yahudilerin ellerini sizden çekmiştir. Bunu, bu ganimetlerin Allah'ın size olan yardımının bir alameti olması için çabuklaştırmıştır. Allah, sizleri içerisinde hiçbir eğriliğin bulunmadığı dosdoğru yoluna iletir.
Allah, bundan başka sizin şu an güç yetiremediğiniz başka ganimetleri de sizlere vadetmiştir. Yüce Allah, tek başına buna güç yetirendir. O, Allah'ın ilminde ve yönetmesindedir. Allah, her şeye kâdir olandır. O'nu hiçbir şey aciz bırakamaz.
-Ey Mü'minler!- Allah'ı ve Rasûlünü inkâr edenler sizinle savaşsalardı, sizin önünüzde hezimete uğrayarak arkalarına dönüp korku ile kaçarlardı. Sonra işlerini yapacak bir dost ve savaşta kendilerine yardım edecek bir yardımcı da bulamazlardı.
Mü'minlerin galip gelmesi ve kâfirlerin hezimete uğraması her zaman ve her yerde sabittir. Yalanlayan bu kimselerden daha önce gelip geçmiş olan ümmetler hakkında Allah'ın sünnetidir (kanunudur). -Ey Peygamber!- Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.
Seksen kişi olarak sizlere kötülük isabet ettirmek isteğiyle geldiklerinde, müşriklerin ellerini sizin üzerinizden çeken ve sizin ellerinizi de sizleri, onları esir almaya muktedir kıldığı halde kendilerini serbest bırakarak öldürmek ve onlara eziyet etmekten el çektiren O'dur. Allah, sizin yaptıklarınızı hakkıyla görendir. Yaptıklarınızdan hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Onlar Allah'ı ve Rasûlünü inkâr eden, sizleri Mescid-i Haram'dan alıkoyan ve kurbanların kurban edilme yerleri olan Harem bölgesine ulaşmasına engel olan kâfirlerdir. Sizlerin kendilerini tanıyamadığınız için kâfirlerle birlikte öldürülme ihtimali olan Mü'min erkek ve Mü'min kadınlar olmasaydı Allah, sizin Mekke'yi (savaşarak) fethetmenize izin verirdi. Şayet onlarla savaşsaydınız tanımadığınız Mü'minleri öldürmeniz sebebi ile siz günaha girmiş olurdunuz ve sizlerin diyet vermesi gerekirdi. Allah, Mekke'deki Mü'min kullarından dilediklerine rahmet etmek için böyle yapmıştır. Eğer kâfirler Mekke'de Mü'min olanlardan ayırt edilmiş olsalardı, Allah'ı ve Rasûlünü inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık.
Allah'ı ve O'nun Rasûlünü inkâr edenler, kalplerine cahiliye taassubunu yerleştirip de kendilerini hakkı gerçekleştirmeye bağlı kılmak yerine sadece hevaya bağlı kılıp Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in Hudeybiye yılında Mekke'ye girmesi sebebiyle kendilerini yeneceğine dair korkuya kapılıp Mekke'ye girmesinden korktuklarında Allah da, katından kendi elçisine ve Mü'minlere huzur ve güvenini indirdi. Böylece kızgınlıkları, müşriklerin onlara yaptıklarının aynısını müşriklere yapmaya sevk etmedi. Allah, Mü'minleri hak söze kelime-i tevhide (Allah'tan başka ibadet edilecek hak ilah olmadığına) bağlı kıldı ve onların bu hak sözü hakkı ile yerine getirmelerini sağladı. Zaten Mü'minler kalplerinde var olan ve Allah'ın bildiği hayır sebebi ile hak sözü yerine getirmek hususunda herkesten daha lâyık ve ehil kimselerdi. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Andolsun ki Allah, elçisine gösterdiği ve onun da ashabına haber verdiği rüyasını doğru çıkardı. O'nun rüyası kendisinin, ashabı ile birlikte (hac) ibadetinin bitişinin habercisi olarak bir kısmının saçlarını kazıtmış bir kısmının ise saçlarını kısaltmış olduğu halde düşmanlarından güvende olarak Mekke'ye girmeleriydi. -Ey Mü'minler!- Sizler kendi maslahatınıza (yararınıza) olan şeyi bilmezken Allah bunu bilmekteydi ve Mekke'ye girişinize dair olan rüyanın gerçekleşmesinden önce sizlere o sene yakın bir fetih vermişti. İşte o fetih; Allah Teâlâ'nın Hudeybiye Anlaşması ve onun devamında Hudeybiye'ye katılan Mü'minlerin elleri ile gerçekleştirmiş olduğu Hayber'in Fethi idi.
Peygamberi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'i apaçık bir beyan ve hak din olan İslam Dini ile o dinin kendisine muhalif olan bütün dinlere üstün gelmesi için gönderen Allah'tır. Allah, buna şahitlik etmiştir ve şahit olarak Allah yeter.
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-, Allah’ın elçisidir. Onunla beraber olan sahabeleri kendilerine karşı savaşan kâfirlere çetin, kendi aralarında ise birbirlerine karşı merhametli ve şefkatlidirler. Baktığında onları Allah için rükûya varırken ve secde ederken görürsün. Onlar; Allah’tan kendilerini bağışlamasını, kendilerine yüce bir karşılık vermesini ve kendilerinden razı olmasını isterler. Onların nişanları, yüzlerinden hidayet, vakar ve namazın nuru olarak yansıyan secde izleridir. Bu, onların Musa -aleyhisselam-'a indirilen kitap olan Tevrat’taki vasıflarıdır. Onların, İsa -aleyhisselam-'a indirilen kitap olan İncil'deki vasıfları ise şöyledir: Onlar birbirleri ile yardımlaşmalarında filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki, bunun gücü ve kemali çiftçilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle ve birbirlerine olan tutkunluklarıyla kendilerini gören kâfirleri öfkelendirir. Allah, sahabelerden Allah'a iman edenlere ve salih ameller işleyenlerin günahlarını bağışlamayı vadetmiştir. Onları günahlarından dolayı sorumlu tutmayacaktır. Aynı şekilde onlara, katından büyük bir mükâfat vadetmiştir ki, o mükâfat Cennet'tir.
سورة الفتح
معلومات السورة
الكتب
الفتاوى
الأقوال
التفسيرات

سورةُ (الفتح) من السُّوَر المدنية، نزلت في صلحِ (الحُدَيبيَة)، الذي كان بدايةً لفتحِ مكَّة الأعظم، وتحدَّثت عن جهاد المؤمنين، وعن (بَيْعة الرِّضوان)، وعن الذين تخلَّفوا عن رسول الله صلى الله عليه وسلم من الأعراب والمنافقين، كما تحدثت عن صدقِ الرُّؤيا التي رآها الرسولُ صلى الله عليه وسلم؛ وهي دخوله والمسلمين مكَّةَ مطمئنين، وقد تحقَّقت تلك الرؤيا الصادقةُ، وخُتمت بالثناء على الرسول الكريم صلى الله عليه وسلم، وأصحابِه الأخيار الأطهار.

ترتيبها المصحفي
48
نوعها
مدنية
ألفاظها
560
ترتيب نزولها
111
العد المدني الأول
29
العد المدني الأخير
29
العد البصري
29
العد الكوفي
29
العد الشامي
29

* نزَلتْ سورةُ (الفتح) يوم (الحُدَيبيَة):

عن أبي وائلٍ شَقِيقِ بن سلَمةَ رحمه الله، قال: «كنَّا بصِفِّينَ، فقامَ سهلُ بنُ حُنَيفٍ، فقال: أيُّها الناسُ، اتَّهِموا أنفسَكم؛ فإنَّا كنَّا مع رسولِ اللهِ ﷺ يومَ الحُدَيبيَةِ، ولو نرى قتالًا لقاتَلْنا، فجاءَ عُمَرُ بنُ الخطَّابِ، فقال: يا رسولَ اللهِ، ألَسْنا على الحقِّ وهم على الباطلِ؟ فقال: «بلى»، فقال: أليس قَتْلانا في الجنَّةِ وقَتْلاهم في النارِ؟ قال: «بلى»، قال: فعَلَامَ نُعطِي الدَّنيَّةَ في دِينِنا؟ أنَرجِعُ ولمَّا يحكُمِ اللهُ بَيْننا وبَيْنهم؟ فقال: «يا بنَ الخطَّابِ، إنِّي رسولُ اللهِ، ولن يُضيِّعَني اللهُ أبدًا»، فانطلَقَ عُمَرُ إلى أبي بكرٍ، فقال له مِثْلَ ما قال للنبيِّ ﷺ، فقال: إنَّه رسولُ اللهِ، ولن يُضيِّعَه اللهُ أبدًا؛ فنزَلتْ سورةُ الفتحِ، فقرَأَها رسولُ اللهِ ﷺ على عُمَرَ إلى آخِرِها، فقال عُمَرُ: يا رسولَ اللهِ، أوَفَتْحٌ هو؟ قال: «نعم»». صحيح البخاري (٣١٨٢).

* قوله تعالى: {لِّيُدْخِلَ اْلْمُؤْمِنِينَ وَاْلْمُؤْمِنَٰتِ جَنَّٰتٖ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا اْلْأَنْهَٰرُ} [الفتح: 5]:

عن أنسِ بن مالكٍ رضي الله عنه، قال: «{إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحٗا مُّبِينٗا} [الفتح: 1]، قال: الحُدَيبيَةُ، قال أصحابُه: هنيئًا مريئًا، فما لنا؟ فأنزَلَ اللهُ: {لِّيُدْخِلَ اْلْمُؤْمِنِينَ وَاْلْمُؤْمِنَٰتِ جَنَّٰتٖ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا اْلْأَنْهَٰرُ} [الفتح: 5]». قال شُعْبةُ: «فقَدِمْتُ الكوفةَ، فحدَّثْتُ بهذا كلِّه عن قتادةَ، ثم رجَعْتُ فذكَرْتُ له، فقال: أمَّا {إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ} [الفتح: ١]: فعن أنسٍ، وأمَّا «هنيئًا مريئًا»: فعن عِكْرمةَ». أخرجه البخاري (٤١٧٢).

* قوله تعالى: {وَهُوَ اْلَّذِي كَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ عَنْهُم بِبَطْنِ مَكَّةَ مِنۢ بَعْدِ أَنْ أَظْفَرَكُمْ عَلَيْهِمْۚ} [الفتح: 24]:

عن المِسْوَرِ بن مَخرَمةَ ومَرْوانَ بن الحَكَمِ، قالا: «خرَجَ رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم زمَنَ الحُدَيبيَةِ، حتى إذا كانوا ببعضِ الطريقِ، قال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: إنَّ خالدَ بنَ الوليدِ بالغَمِيمِ في خيلٍ لقُرَيشٍ طليعةً؛ فَخُذُوا ذاتَ اليمينِ، فواللهِ، ما شعَرَ بهم خالدٌ حتى إذا هُمْ بقَتَرةِ الجيشِ، فانطلَقَ يركُضُ نذيرًا لقُرَيشٍ، وسارَ النبيُّ صلى الله عليه وسلم، حتى إذا كان بالثَّنيَّةِ التي يَهبِطُ عليهم منها، برَكتْ به راحِلتُه، فقال الناسُ: حَلْ حَلْ، فألحَّتْ، فقالوا: خلَأتِ القَصْواءُ، خلَأتِ القَصْواءُ، فقال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «ما خلَأتِ القَصْواءُ، وما ذاكَ لها بخُلُقٍ، ولكنْ حبَسَها حابسُ الفيلِ»، ثم قال: «والذي نفسي بيدِه، لا يَسألوني خُطَّةً يُعظِّمون فيها حُرُماتِ اللهِ إلا أعطَيْتُهم إيَّاها»، ثم زجَرَها فوثَبتْ.

قال: فعدَلَ عنهم حتى نزَلَ بأقصى الحُدَيبيَةِ على ثَمَدٍ قليلِ الماءِ، يَتبرَّضُه الناسُ تبرُّضًا، فلَمْ يُلبِثْهُ الناسُ حتى نزَحوه، وشُكِيَ إلى رسولِ اللهِ صلى الله عليه وسلم العطَشُ، فانتزَعَ سهمًا مِن كِنانتِه، ثم أمَرَهم أن يَجعَلوه فيه، فواللهِ، ما زالَ يَجِيشُ لهم بالرِّيِّ حتى صدَرُوا عنه.

فبينما هم كذلك، إذ جاءَ بُدَيلُ بنُ وَرْقاءَ الخُزَاعيُّ في نَفَرٍ مِن قومِه مِن خُزَاعةَ، وكانوا عَيْبةَ نُصْحِ رسولِ اللهِ صلى الله عليه وسلم مِن أهلِ تِهامةَ، فقال: إنِّي ترَكْتُ كعبَ بنَ لُؤَيٍّ وعامرَ بنَ لُؤَيٍّ نزَلوا أعدادَ مياهِ الحُدَيبيَةِ، ومعهم العُوذُ المَطَافِيلُ، وهم مُقاتِلوك وصادُّوك عن البيتِ، فقال رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم: «إنَّا لم نَجِئْ لِقتالِ أحدٍ، ولكنَّا جِئْنا معتمِرِينَ، وإنَّ قُرَيشًا قد نَهِكَتْهم الحربُ، وأضَرَّتْ بهم، فإن شاؤوا مادَدتُّهم مُدَّةً، ويُخَلُّوا بَيْني وبَيْنَ الناسِ، فإنْ أظهَرْ: فإن شاؤوا أن يدخُلوا فيما دخَلَ فيه الناسُ فعَلوا، وإلا فقد جَمُّوا، وإنْ هم أبَوْا، فوالذي نفسي بيدِه، لَأُقاتِلَنَّهم على أمري هذا حتى تنفرِدَ سالفتي، وَلَيُنفِذَنَّ اللهُ أمرَه»، فقال بُدَيلٌ: سأُبلِّغُهم ما تقولُ.

قال: فانطلَقَ حتى أتى قُرَيشًا، قال: إنَّا قد جِئْناكم مِن هذا الرَّجُلِ، وسَمِعْناه يقولُ قولًا، فإن شِئْتم أن نَعرِضَه عليكم فعَلْنا، فقال سفهاؤُهم: لا حاجةَ لنا أن تُخبِرَنا عنه بشيءٍ، وقال ذَوُو الرأيِ منهم: هاتِ ما سَمِعْتَه يقولُ، قال: سَمِعْتُه يقولُ كذا وكذا، فحدَّثَهم بما قال النبيُّ صلى الله عليه وسلم.

فقام عُرْوةُ بنُ مسعودٍ، فقال: أيْ قومِ، ألَسْتم بالوالدِ؟ قالوا: بلى، قال: أوَلَسْتُ بالولدِ؟ قالوا: بلى، قال: فهل تتَّهِموني؟ قالوا: لا، قال: ألَسْتم تَعلَمون أنِّي استنفَرْتُ أهلَ عُكَاظَ، فلمَّا بلَّحُوا عليَّ، جِئْتُكم بأهلي وولَدي ومَن أطاعني؟ قالوا: بلى، قال: فإنَّ هذا قد عرَضَ لكم خُطَّةَ رُشْدٍ، اقبَلوها ودَعُوني آتِيهِ، قالوا: ائتِهِ، فأتاه، فجعَلَ يُكلِّمُ النبيَّ صلى الله عليه وسلم، فقال النبيُّ صلى الله عليه وسلم نحوًا مِن قولِه لبُدَيلٍ، فقال عُرْوةُ عند ذلك: أيْ مُحمَّدُ، أرأَيْتَ إنِ استأصَلْتَ أمرَ قومِك، هل سَمِعْتَ بأحدٍ مِن العرَبِ اجتاحَ أهلَه قَبْلَك؟ وإن تكُنِ الأخرى، فإنِّي واللهِ لَأرى وجوهًا، وإنِّي لَأرى أوشابًا مِن الناسِ خليقًا أن يَفِرُّوا ويدَعُوك، فقال له أبو بكرٍ الصِّدِّيقُ: امصَصْ ببَظْرِ اللَّاتِ، أنَحْنُ نَفِرُّ عنه وندَعُه؟! فقال: مَن ذا؟ قالوا: أبو بكرٍ، قال: أمَا والذي نفسي بيدِه، لولا يدٌ كانت لك عندي لم أَجْزِكَ بها، لَأجَبْتُك، قال: وجعَلَ يُكلِّمُ النبيَّ صلى الله عليه وسلم، فكلَّما تكلَّمَ أخَذَ بلِحْيتِه، والمُغِيرةُ بنُ شُعْبةَ قائمٌ على رأسِ النبيِّ صلى الله عليه وسلم، ومعه السَّيْفُ، وعليه المِغفَرُ، فكلَّما أهوى عُرْوةُ بيدِه إلى لِحْيةِ النبيِّ صلى الله عليه وسلم، ضرَبَ يدَه بنَعْلِ السَّيْفِ، وقال له: أخِّرْ يدَكَ عن لِحْيةِ رسولِ اللهِ صلى الله عليه وسلم، فرفَعَ عُرْوةُ رأسَه، فقال: مَن هذا؟ قالوا: المُغِيرةُ بنُ شُعْبةَ، فقال: أيْ غُدَرُ، ألَسْتُ أسعى في غَدْرتِك؟ وكان المُغِيرةُ صَحِبَ قومًا في الجاهليَّةِ فقتَلَهم، وأخَذَ أموالَهم، ثم جاءَ فأسلَمَ، فقال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «أمَّا الإسلامَ فأقبَلُ، وأمَّا المالَ فلَسْتُ منه في شيءٍ»، ثم إنَّ عُرْوةَ جعَلَ يرمُقُ أصحابَ النبيِّ صلى الله عليه وسلم بعَيْنَيهِ، قال: فواللهِ، ما تنخَّمَ رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم نُخَامةً إلا وقَعتْ في كَفِّ رجُلٍ منهم، فدلَكَ بها وجهَه وجِلْدَه، وإذا أمَرَهم ابتدَرُوا أمرَه، وإذا توضَّأَ كادوا يقتتِلون على وَضوئِه، وإذا تكلَّمَ خفَضوا أصواتَهم عنده، وما يُحِدُّون إليه النَّظَرَ تعظيمًا له ، فرجَعَ عُرْوةُ إلى أصحابِه، فقال: أيْ قومِ، واللهِ، لقد وفَدتُّ على الملوكِ، ووفَدتُّ على قَيصَرَ وكِسْرَى والنَّجاشيِّ، واللهِ، إنْ رأَيْتُ مَلِكًا قطُّ يُعظِّمُه أصحابُه ما يُعظِّمُ أصحابُ مُحمَّدٍ صلى الله عليه وسلم مُحمَّدًا، واللهِ، إنْ تَنخَّمَ نُخَامةً إلا وقَعتْ في كَفِّ رجُلٍ منهم، فدلَكَ بها وجهَه وجِلْدَه، وإذا أمَرَهم ابتدَرُوا أمرَه، وإذا توضَّأَ كادُوا يقتتِلون على وَضوئِه، وإذا تكلَّمَ خفَضوا أصواتَهم عنده، وما يُحِدُّون إليه النَّظَرَ تعظيمًا له، وإنَّه قد عرَضَ عليكم خُطَّةَ رُشْدٍ فاقبَلوها.

فقال رجُلٌ مِن بني كِنانةَ: دَعُوني آتِيهِ، فقالوا: ائتِهِ، فلمَّا أشرَفَ على النبيِّ صلى الله عليه وسلم وأصحابِه، قال رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم: «هذا فلانٌ، وهو مِن قومٍ يُعظِّمون البُدْنَ، فابعَثوها له»، فبُعِثتْ له، واستقبَلَه الناسُ يُلَبُّون، فلمَّا رأى ذلك، قال: سُبْحانَ اللهِ! ما ينبغي لهؤلاء أن يُصَدُّوا عن البيتِ! فلمَّا رجَعَ إلى أصحابِه، قال: رأَيْتُ البُدْنَ قد قُلِّدتْ وأُشعِرتْ، فما أرى أن يُصَدُّوا عن البيتِ.

فقامَ رجُلٌ منهم يقالُ له: مِكْرَزُ بنُ حَفْصٍ، فقال: دعُوني آتِيهِ، فقالوا: ائتِهِ، فلمَّا أشرَفَ عليهم، قال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «هذا مِكْرَزٌ، وهو رجُلٌ فاجرٌ»، فجعَلَ يُكلِّمُ النبيَّ صلى الله عليه وسلم، فبَيْنما هو يُكلِّمُه، إذ جاءَ سُهَيلُ بنُ عمرٍو، قال مَعمَرٌ: فأخبَرَني أيُّوبُ، عن عِكْرمةَ: أنَّه لمَّا جاءَ سُهَيلُ بنُ عمرٍو، قال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «لقد سهُلَ لكم مِن أمرِكم».

قال مَعمَرٌ: قال الزُّهْريُّ في حديثِه: فجاء سُهَيلُ بنُ عمرٍو، فقال: هاتِ اكتُبْ بَيْننا وبَيْنكم كتابًا، فدعَا النبيُّ صلى الله عليه وسلم الكاتبَ، فقال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ»، قال سُهَيلٌ: أمَّا الرَّحْمنُ، فواللهِ ما أدري ما هو، ولكنِ اكتُبْ باسمِك اللهمَّ كما كنتَ تكتُبُ، فقال المسلمون: واللهِ، لا نكتُبُها إلا بسمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ، فقال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «اكتُبْ باسمِك اللهمَّ»، ثم قال: «هذا ما قاضَى عليه مُحمَّدٌ رسولُ اللهِ»، فقال سُهَيلٌ: واللهِ، لو كنَّا نَعلَمُ أنَّك رسولُ اللهِ، ما صدَدْناك عن البيتِ، ولا قاتَلْناك، ولكنِ اكتُبْ: مُحمَّدُ بنُ عبدِ اللهِ، فقال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «واللهِ، إنِّي لَرسولُ اللهِ، وإن كذَّبْتموني، اكتُبْ: مُحمَّدُ بنُ عبدِ اللهِ»، قال الزُّهْريُّ: وذلك لقولِه: «لا يَسألوني خُطَّةً يُعظِّمون فيها حُرُماتِ اللهِ إلا أعطَيْتُهم إيَّاها»، فقال له النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «على أن تُخَلُّوا بَيْننا وبَيْنَ البيتِ فنطُوفَ به»، فقال سُهَيلٌ: واللهِ، لا تَتحدَّثُ العرَبُ أنَّا أُخِذْنا ضُغْطةً، ولكنْ ذلك مِن العامِ المقبِلِ، فكتَبَ، فقال سُهَيلٌ: وعلى أنَّه لا يأتيك منَّا رجُلٌ - وإن كان على دِينِك - إلا ردَدتَّه إلينا، قال المسلمون: سُبْحانَ اللهِ! كيف يُرَدُّ إلى المشركين وقد جاء مسلِمًا؟!

فبَيْنما هم كذلك، إذ دخَلَ أبو جَنْدلِ بنُ سُهَيلِ بنِ عمرٍو يرسُفُ في قيودِه، وقد خرَجَ مِن أسفَلِ مكَّةَ حتى رمَى بنفسِه بين أظهُرِ المسلمين، فقال سُهَيلٌ: هذا - يا مُحمَّدُ - أوَّلُ ما أُقاضيك عليه أن ترُدَّه إليَّ، فقال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «إنَّا لم نَقْضِ الكتابَ بعدُ»، قال: فواللهِ، إذًا لم أُصالِحْك على شيءٍ أبدًا، قال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «فأجِزْهُ لي»، قال: ما أنا بمُجيزِهِ لك، قال: «بلى فافعَلْ»، قال: ما أنا بفاعلٍ، قال مِكْرَزٌ: بل قد أجَزْناه لك.

قال أبو جَنْدلٍ: أيْ معشرَ المسلمين، أُرَدُّ إلى المشركين وقد جِئْتُ مسلِمًا؟! ألَا ترَوْنَ ما قد لَقِيتُ؟! وكان قد عُذِّبَ عذابًا شديدًا في اللهِ.

قال: فقال عُمَرُ بنُ الخطَّابِ: فأتَيْتُ نبيَّ اللهِ صلى الله عليه وسلم، فقلتُ: ألَسْتَ نبيَّ اللهِ حقًّا؟! قال: «بلى»، قلتُ: ألَسْنا على الحقِّ، وعدُوُّنا على الباطلِ؟! قال: «بلى»، قلتُ: فلِمَ نُعطِي الدَّنيَّةَ في دِينِنا إذًا؟ قال: «إنِّي رسولُ اللهِ، ولستُ أعصيه، وهو ناصري»، قلتُ: أوَليس كنتَ تُحدِّثُنا أنَّا سنأتي البيتَ فنطُوفُ به؟ قال: «بلى، فأخبَرْتُك أنَّا نأتيه العامَ؟!»، قال: قلتُ: لا، قال: «فإنَّك آتِيهِ، ومُطَّوِّفٌ به»، قال: فأتَيْتُ أبا بكرٍ، فقلتُ: يا أبا بكرٍ، أليس هذا نبيَّ اللهِ حقًّا؟ قال: بلى، قلتُ: ألَسْنا على الحقِّ وعدُوُّنا على الباطلِ؟ قال: بلى، قلتُ: فلِمَ نُعطِي الدَّنيَّةَ في دِينِنا إذًا؟ قال: أيُّها الرَّجُلُ، إنَّه لَرسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم، وليس يَعصِي ربَّه، وهو ناصِرُه؛ فاستمسِكْ بغَرْزِه؛ فواللهِ، إنَّه على الحقِّ، قلتُ: أليس كان يُحدِّثُنا أنَّا سنأتي البيتَ ونطُوفُ به؟ قال: بلى، أفأخبَرَك أنَّك تأتيه العامَ؟ قلتُ: لا، قال: فإنَّك آتِيهِ ومطَّوِّفٌ به.

قال الزُّهْريُّ: قال عُمَرُ: فعَمِلْتُ لذلك أعمالًا.

قال: فلمَّا فرَغَ مِن قضيَّةِ الكتابِ، قال رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم لأصحابِه: «قُومُوا فانحَروا، ثم احلِقوا»، قال: فواللهِ، ما قامَ منهم رجُلٌ، حتى قال ذلك ثلاثَ مرَّاتٍ، فلمَّا لم يقُمْ منهم أحدٌ، دخَلَ على أمِّ سلَمةَ، فذكَرَ لها ما لَقِيَ مِن الناسِ، فقالت أمُّ سلَمةَ: يا نبيَّ اللهِ، أتُحِبُّ ذلك؟! اخرُجْ ثم لا تُكلِّمْ أحدًا منهم كلمةً حتى تَنحَرَ بُدْنَك، وتدعوَ حالِقَك فيَحلِقَك، فخرَجَ فلم يُكلِّمْ أحدًا منهم حتى فعَلَ ذلك؛ نحَرَ بُدْنَه، ودعَا حالِقَه فحلَقَه، فلمَّا رأَوْا ذلك قامُوا فنحَرُوا، وجعَلَ بعضُهم يَحلِقُ بعضًا، حتى كادَ بعضُهم يقتُلُ بعضًا غمًّا.

ثم جاءَه نِسْوةٌ مؤمِناتٌ؛ فأنزَلَ اللهُ تعالى: {يَٰٓأَيُّهَا اْلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْ إِذَا جَآءَكُمُ اْلْمُؤْمِنَٰتُ مُهَٰجِرَٰتٖ فَاْمْتَحِنُوهُنَّۖ} [الممتحنة: 10] حتى بلَغَ {بِعِصَمِ اْلْكَوَافِرِ} [الممتحنة: 10]، فطلَّقَ عُمَرُ يومَئذٍ امرأتَينِ كانتا له في الشِّرْكِ، فتزوَّجَ إحداهما مُعاويةُ بنُ أبي سُفْيانَ، والأخرى صَفْوانُ بنُ أُمَيَّةَ.

ثم رجَعَ النبيُّ صلى الله عليه وسلم إلى المدينةِ، فجاءَه أبو بَصِيرٍ - رجُلٌ مِن قُرَيشٍ - وهو مسلِمٌ، فأرسَلوا في طلَبِه رجُلَينِ، فقالوا: العهدَ الذي جعَلْتَ لنا، فدفَعَه إلى الرَّجُلَينِ، فخرَجَا به حتى بلَغَا ذا الحُلَيفةِ، فنزَلوا يأكلون مِن تَمْرٍ لهم، فقال أبو بَصِيرٍ لأحدِ الرَّجُلَينِ: واللهِ، إنِّي لَأرى سَيْفَك هذا يا فلانُ جيِّدًا، فاستَلَّه الآخَرُ، فقال: أجَلْ، واللهِ، إنَّه لَجيِّدٌ، لقد جرَّبْتُ به، ثم جرَّبْتُ، فقال أبو بَصِيرٍ: أرِني أنظُرْ إليه، فأمكَنَه منه، فضرَبَه حتى برَدَ، وفَرَّ الآخَرُ حتى أتى المدينةَ، فدخَلَ المسجدَ يعدو، فقال رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم حينَ رآه: «لقد رأى هذا ذُعْرًا»، فلمَّا انتهى إلى النبيِّ صلى الله عليه وسلم، قال: قُتِلَ - واللهِ - صاحبي، وإنِّي لَمقتولٌ، فجاءَ أبو بَصِيرٍ، فقال: يا نبيَّ اللهِ، قد - واللهِ - أوفى اللهُ ذِمَّتَك، قد ردَدتَّني إليهم، ثم أنجاني اللهُ منهم، قال النبيُّ صلى الله عليه وسلم: «وَيْلُ أُمِّهِ! مِسْعَرَ حَرْبٍ لو كان له أحدٌ»، فلمَّا سَمِعَ ذلك، عرَفَ أنَّه سيرُدُّه إليهم، فخرَجَ حتى أتى سِيفَ البحرِ.

قال: وينفلِتُ منهم أبو جَنْدلِ بنُ سُهَيلٍ، فلَحِقَ بأبي بَصِيرٍ، فجعَلَ لا يخرُجُ مِن قُرَيشٍ رجُلٌ قد أسلَمَ إلا لَحِقَ بأبي بَصِيرٍ، حتى اجتمَعتْ منهم عِصابةٌ؛ فواللهِ، ما يَسمَعون بِعِيرٍ خرَجتْ لقُرَيشٍ إلى الشَّأمِ إلا اعترَضوا لها، فقتَلوهم وأخَذوا أموالَهم، فأرسَلتْ قُرَيشٌ إلى النبيِّ صلى الله عليه وسلم تُناشِدُه باللهِ والرَّحِمِ، لَمَا أرسَلَ: فمَن أتاه فهو آمِنٌ، فأرسَلَ النبيُّ صلى الله عليه وسلم إليهم؛ فأنزَلَ اللهُ تعالى: {وَهُوَ اْلَّذِي كَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ عَنْهُم بِبَطْنِ مَكَّةَ مِنۢ بَعْدِ أَنْ أَظْفَرَكُمْ عَلَيْهِمْۚ} [الفتح: 24] حتى بلَغَ {اْلْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ اْلْجَٰهِلِيَّةِ} [الفتح: 26]، وكانت حَمِيَّتُهم أنَّهم لم يُقِرُّوا أنَّه نبيُّ اللهِ، ولم يُقِرُّوا ببِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ، وحالُوا بَيْنَهم وبَيْنَ البيتِ». أخرجه البخاري (٢٧٣١).

* سورة (الفتح):

سُمِّيت سورةُ (الفتح) بهذا الاسم؛ لأنها افتُتحت بذكرِ بشرى الفتح للمؤمنين؛ قال تعالى: {إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحٗا مُّبِينٗا} [الفتح: 1].

* وصَف رسولُ الله صلى الله عليه وسلم سورة (الفتح) يومَ نزلت بأنها أحَبُّ إليه مما طلَعتْ عليه الشمسُ:

عن أسلَمَ مولى عُمَرَ بن الخطابِ رضي الله عنه: «أنَّ رسولَ اللهِ ﷺ كان يَسِيرُ في بعضِ أسفارِه، وعُمَرُ بنُ الخطَّابِ يَسِيرُ معه ليلًا، فسألَه عُمَرُ عن شيءٍ، فلم يُجِبْهُ رسولُ اللهِ ﷺ، ثم سألَه فلم يُجِبْهُ، ثم سألَه فلم يُجِبْهُ، فقال عُمَرُ: ثَكِلَتْكَ أمُّك؛ نزَرْتَ رسولَ اللهِ ﷺ ثلاثَ مرَّاتٍ، كلَّ ذلك لا يُجِيبُك، قال عُمَرُ: فحرَّكْتُ بعيري حتى كنتُ أمامَ الناسِ، وخَشِيتُ أن يَنزِلَ فيَّ قرآنٌ، فما نَشِبْتُ أنْ سَمِعْتُ صارخًا يصرُخُ بي، قال: فقلتُ: لقد خَشِيتُ أن يكونَ نزَلَ فيَّ قرآنٌ، قال: فجِئْتُ رسولَ اللهِ ﷺ، فسلَّمْتُ عليه، فقال: «لقد أُنزِلتْ عليَّ الليلةَ سورةٌ لَهِيَ أحَبُّ إليَّ ممَّا طلَعتْ عليه الشمسُ»، ثم قرَأَ: {إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحٗا مُّبِينٗا} [الفتح: 1]». أخرجه البخاري (٥٠١٢).

1. صلحُ (الحُدَيبيَة)، وآثارُه (١-٧).

2. مهامُّ النبيِّ صلى الله عليه وسلم، ومغزى (بَيْعة الرِّضوان) (٨-١٠).

3. أحوال المتخلِّفين عن (الحُدَيبيَة) (١١-١٧).

4. (بَيْعة الرِّضوان)، وآثارها الخَيِّرة (١٨-٢٤).

5. أسباب وآثار الصلح (٢٥-٢٦).

6. تحقيق رؤيا النبيِّ صلى الله عليه وسلم، وأوصافُه، وأصحابه (٢٧-٢٩).

ينظر: "التفسير الموضوعي لسور القرآن الكريم" لمجموعة من العلماء (7 /288).

يقول البِقاعيُّ: «مقصودها: اسمُها الذي يعُمُّ فَتْحَ مكَّةَ، وما تقدَّمَه من صلح الحُدَيبيَة، وفتحِ خَيْبَرَ، ونحوِهما، وما تفرَّعَ عنه من إسلامِ أهل جزيرة العرب، وقتالِ أهل الرِّدة، وفتوح جميع البلاد، الذي يجمعه كلَّه إظهارُ هذا الدِّين على الدِّين كله.

وهذا كلُّه في غاية الظهور؛ بما نطق به ابتداؤها وأثناؤها، في مواضعَ منها: {لَّقَدْ صَدَقَ اْللَّهُ رَسُولَهُ اْلرُّءْيَا بِاْلْحَقِّۖ}[الفتح:27].

وانتهاؤها: {لِيُظْهِرَهُۥ عَلَى اْلدِّينِ كُلِّهِ}[الفتح:28]، {مُّحَمَّدٞ رَّسُولُ اْللَّهِۚ} [الفتح: 29] إلى قوله: {لِيَغِيظَ بِهِمُ اْلْكُفَّارَۗ} [الفتح:29]؛ أي: بالفتحِ الأعظم، وما دُونَه من الفتوحات». "مصاعد النظر للإشراف على مقاصد السور" للبقاعي (2 /492).